Toplumların gelişmişlik düzeyi salt ekonomik büyüme ile ölçülemez. Bir toplumun refah düzeyi toplumsal kaynakların nasıl dağıtıldığı ile yakından ilgilidir. Sosyal adalet, sosyal refah devletlerin güvencesidir. Bir toplumun ilerleyişi bir toplumda yaşayan tüm insanların kaynak ve hizmetlere ulaşmada fırsat eşitliğine sahip olması ile olanaklıdır. Sosyal adalet fırsat ve kaynakların eşit dağıtımının olması, eşitliğin ve adaletin olmadığı durumlarda ise bu eşitliğin sağlanması olarak tanımlanmaktadır.
Sosyal adalet savunuculuğu ise toplumdaki tüm bireylerin fırsatlara eşit bir şekilde erişmesi için yapılan tüm çalışmaları ifade etmektedir.
Son dönemlerde sosyal adaletsizlik, Britanya ve Amerika Birleşik Devletleri gibi gelişmiş ülkeler başta olmak üzere dünya çapında etkisini artırmış durumda. Kavramın anlamı büsbütün çarpıtılırken, “kişisel sorumluluk” ve “fırsat eşitliği” kisvesi altında bir avuç insan bütün zenginliği elinde topluyor, yoksul ve güvencesiz olanlarsa daha da kötü şartlarda yaşamaya itiliyor.
Ancak servet ve gelir eşitsizliğini dar bir aralıkta sabitlersek eğitim ve sağlık gibi hayati konularda eşitliğe erişmek mümkün olacaktır. Daha eşit bir toplum yaratmak yolunda yeni politika önerilerinde bulunmakla kalmayıp ekonomik olarak bunların altından kalkmamızın da mümkün olması şarttır.
Adalet kavramı, oldukça zengin bir tarihsel gelişim sürecine sahiptir. İlkesel olarak bu süreç, Platon’a kadar geri götürülebilir. Fakat hukuk felsefesi bağlamında bu kavramın politik açıdan önem kazanması Karl Marx ve arkadaşları tarafından geliştirilen devrimci toplum felsefesi sayesinde olmuştur. Sosyal adalet kavramının özellikle Fransız İhtilalinden sonra nasıl bir gelişim gösterdiği ve çağımızda bu kavramın nasıl anlaşıldığı konusu üzerinde durularak, konuyla bağlantısı noktasında özellikle Rawls’ın “Adalet Teorisi” ile Hayek’in buna karşı geliştirdiği görüşleri ana hatlarıyla dile getirilecektir.
Buradan hareketle sosyal adaletin bir toplumda istenilen seviyede uygulanması noktasında hangi hususlara dikkat edilmesi gereği, bu uygulamalarda açığa çıkan engeller ve bütün bunların sağlanmasında etik değerlerin yerinin ve öneminin ne olduğu sorusu üzerinde durulacak ve bu bağlamda çeşitli çözüm önerileri sunulmaya çalışılacaktır. Fakat şu hususu belirtmekte faysa vardır:
Sosyal adalet mutlak eşitlik bağlamında alındığı taktirde her zaman ulaşılması gereken bir ideal olarak kalmak durumundadır. Sosyal adaleti mutlak eşitlik olarak değil de çeşitli ortam ve şartlara görecelik gösteren bir kavram olarak aldığımızda gerçekleşmesi mümkün gözüken bir hedef olarak karşımıza çıkmaktadır.
Sosyal adalet kavramı insan topluluğunun yeryüzünde var olmasından beri bazen ulaşılması gereken bir hedef olarak, bazen de özellikle diktatörlükle idare edilen toplumlarda kendisinden nefret edilen bir kavram olarak karşımıza çıkar. Her durumda sosyal adalet kavramı insanlık tarihi boyunca güncelliğini korumuş, konuyla ilgili ideolojik, felsefi ve sosyolojik anlamda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Sosyal adalet kavramının belli başlı iki farklı tanımından bahsetmek mümkündür. Pozitif hukuk açısından sosyal adalet kavramı, demokratik bir ülkenin olmazsa olmaz bir kuralı olan kanunlar karşısında herkesin eşitliği (hem bağlayıcılık hem de fırsat eşitliği anlamında) ilkesidir. Sosyolojik açıdan bu kavram, üretim sürecinde ve üretim sonrasında paylaşımın mümkün olduğu kadar topluma yayılması ve toplum sağlığı açısından sosyal tabakalar arasında aşırı farklılaşmanın önüne geçmek için gerekli önlemlerin alınması olarak değerlendirilebilir. Bu bağlamda bu kavramın ekonomi ve politika ile de yakından ilgili olduğu gözden kaçırılmamalıdır.
Sosyal adaletin uygulayıcısı olan adalet organlarımızın baş tacı olan hakimlerimizin verdikleri her karar için “TÜRK MİLLETİ ADINA” karar verdikleri unutulmamalıdır.